Senin Oyunun Hangisi?
7310 görüntülenme
Geçtiğimiz hafta Cuma günü İzmir'de bir hayal gerçek oldu ve TEDx ilham veren konuşmalarının ilki "Oyunu Kim Kazanır" gerçekleştirildi. TEDx; tıpkı TED gibi "paylaşmaya değer fikirler" anlayışı ile kurumları, kişileri ve toplulukları bir araya getirerek aralarındaki iletişimi teşvik eden yerel organizasyonlardır. En başta Umut Göçmen olmak üzere, bu hayali kuran, bunu gerçek kılan ve emek veren herkese tebrik ve teşekkürlerimi sunmak isterim.
Oyunu kim kazanır başlığı genel hatlarıyla spor ve sosyal medya ilişkisi üzerinden değerlendirildi. Spor, reklam, iş, akademi ve medya dünyasından gelen değerli ve konusunda uzman kişiler, konuya kendi deneyimleri ve dünyalarından yaklaştılar. Konferansta öncelikle, sosyal medya alışkanlıklarımız hem bireysel hem de kurumsal olarak değerlendirildi. Pek çok markanın, kurumun sosyal medyada pazarlama oyununu kazanmak için, diğer mecralardaki pazarlama dili ve stratejilerinden farklı olmaları gerektiği özellikle vurgulandı. Sosyal medyada ne kadar çok takipçinizin olduğu ya da ne kadar çok beğenildiğiniz önemli değildi; çünkü, buradaki sayılar yanıltıcı olabiliyordu. Önemli olan şey, bu mecrada müşteriler ile bire bir iletişimin kurulması ve onlara çeşitli deneyimlerin yaşatılabilmesiydi. Sosyal medya, oyunun kurallarının oluşmadığı, alışılagelmiş şeylerin olmadığı yeni bir ortamdı, dolayısıyla burada başarı elde etmek için bildik kurallar pek de geçerli değildi. Diğer yandan, sosyal medya bireyler tarafından etkin ve bilinçli olarak kullanılıp yönetildiği takdirde kurumlar üzerinde etkili olabiliyor ve kişiler, yapıcı ortak bir hedef doğrultusunda birleştiklerinde isteklerinin yerine getirilmesinde dikkate alınan bir güce dönüşebiliyorlardı.
Sosyal medyada spor değerlendirilmelerinde ise, spor yorumcuları, habercileri ve spikerleri, aslında hepimizin bildiği ancak çözüm için çok da üzerinde durmadığımız gerçeklerimiz üzerine yoğunlaştı. Konferans katılımcılarının neredeyse tamamı sosyal medyalardan birinde bir hesaba sahipti; ancak, salonda sadece birkaç kişi lisanslı sporcuydu. Ülkemiz, olimpiyat oyunlarının güçlü adaylarından biri olmasına rağmen, bunun, spora ve bize katkılarının ne kadar farkında olduğumuz ve bunun üzerine ne kadar konuşabildiğimiz sorgulandı. Spor diyince konuştuğumuz, tartıştığımız ve peşinden sürüklendiğimiz şey, sporun kendisinden ve spor sevgisinden öte sadece rekabet duygusuydu ve bu duyguyla özellikle sosyal medyada oldukça kırıcı, yıkıcı ve çatışmacı paylaşımlar olabiliyordu. Spor haberciliği ve yorumculuğu da; her ne kadar sadece iş yapmak, olanı anlatmak olsa da, bu işi yapanlar kişisel olarak sosyal medyada yer aldığında, yanlış anlaşılabiliyor ve taraf tutmakla suçlanıp ağır hakaretler altında kalabiliyorlardı. Sosyal medya, rekabetten ziyade dayanışma içinde, fikirlerin, duyguların özgürce ve saygılı bir şekilde paylaşılabildiği bir mecra olmalıydı.
Konuşmacıların hepsi, oyunu kendi algıları, kendi gerçekleri üzerinden tanımladılar ve kim kazanır sorusuna samimi, sorgulayan, sorgulatan, farklı yanıtlar getirdiler. Kimi zaman oyunu hayal eden, kimi zaman çok çalışan ve iş yapan kazandı, kimi zaman hayatın içinde kendi yerini ve yolunu bulan, kimi zaman farklılaşan, kimi zaman gerçekten isteyen, kimi zaman da fırsatları yakalayan kazandı. Özünde, başarmak ve kazanmak için hepsi gerekliydi, birbirini tamamlıyordu, sadece içinden geçilen yollarda öne çıkan değerler her kahramana göre farklı bir dille bizlere aktarılıyordu. Bu paylaşımları orada dinleyenler ve izleyenler olarak bizler de, kendi oyun penceremizden aldık payımıza düşenleri. Hepsini dinlemek benim için heyecan verici ve keyifliydi, diğer yandan, birkaç konuşmacı, benim yaşam oyunum, tanımlamalarım, kurallarım ve ilgi alanlarım doğrultusunda bana biraz daha fazla değdi.
Bunlardan ilki, Taylan Demirkaya oldu. Demirkaya, sosyal medyayı kullanan tarafımızı bizden, aslında kim olduğumuzdan ayırdı. Ona göre, sosyal medyada yarattığımız bizden ayrı bir kişilikti ve sorun, gerçek benliğimiz ile bu yarattığımız kişilik arasındaki mesafenin açılmasından kaynaklanıyordu. Sosyal medya aracılığı ile nerede, kiminle, ne yaptığımızı paylaşıyorduk; ancak, gerçekten o anı doyasıya ve de farkındalıkla anda kalarak yaşayamıyorduk. Sürekli bir şeyler yaptığımızı, nasıl olduğumuzu, anlatmaya duyurmaya çalışıyorduk takipçilerimize, arkadaşlarımıza; ancak, bunu yaparken ne kadar gerçektik, onu göz ardı ediyorduk. Birilerinden belki de takdir, onay, sevgi, ilgi beklerken o an fiziken yanımızda olanlardan uzaklaşıyorduk ya da aslında kendi hayatlarımızdan, kendi özümüzden. Paylaşmak güzeldir, paylaşılanı da paylaşanı da çoğaltır. Deneyimler, alınan dersler, heyecan verici duygular paylaşılabilir; ancak, bu paylaşımların size ve diğerlerine gerçek anlamda katkı sağlaması için önce gerçekten yaşanması gerekir.
Neyin içindeyseniz o an orada olun, zihniniz, duygularınız, bedeniniz ve ruhunuzla. Sonra paylaşın istediğinizi, beklentisiz, sadece paylaşmanın verdiği mutlulukla, belki de çok daha fazla karşılık gelir size, denemeye değmez mi?
Bir diğer beni etkileyen konuşmacı, Çiğdem Özkan oldu. Özkan, unutmakla başladı konuşmasına. Çoğu zaman şikayetçi olduğumuz unutkanlığın aslında bizi hayatta tutan, yola devam etmemizi sağlayan bir diğer yüzünden bahsetti. Belki tam anlamıyla unutmuyorduk; ancak, bizi derinden etkileyen, sarsan ve üzüntü veren olayların etkisinin üstesinden gelmeyi başarabiliyorduk. İnsan hafızasını ve bu yönünü internet ve dijital hafıza ile karşılaştırdı Özkan ve son derece çarpıcı örnekler verdi kendi yaşamından. İnternetin hafızası her daim oradaydı, sizin üstesinden gelmeye çalıştığınız, barıştığınız olaylar bir kere o dünyaya düştü mü, artık silinmiyordu ve beklenmedik zamanlarda, çeşitli şekillerde karşınıza çıkabiliyor, normal hayatınızı ve kişisel mahremiyetinizi sınırlandırabiliyordu. Bugün, iletişim ve paylaşım için kullandığımız pek çok dijital platform var, hem de kendi isteğimiz ve özgür irademizle paylaşıyoruz bunları. Fotoğraflarımız, anılarımız, düşüncelerimiz, duygularımız, bize dair pek çok şey. Hatta bazen bu verilerimizin bilgimiz dahilinde veya değil; kullanılmasına, paylaşılmasına, reklamlar için veri oluşturmasına izin verebiliyoruz.
Peki, bu açıklığın sınırı ne, bizim sınırlarımız nerede ve bunun ne kadar farkındayız?
Son olarak belki de o güne damgasını vuran, ayakta alkışlanan ve eminim pek çok kişiye de ilham olan Semih Saygıner. Onu farklı kılan özgüveni ve orada sadece olduğu gibi olma haliydi bence. O sosyal medyadan hiç bahsetmedi bile, hatta TED konuşma kurallarından 18 dakikalık süreye bile uymadı; ancak, yine de ilgiyle, merakla ve sevgiyle dinlendi. Hikayesine en başından başladı Saygıner, bilardo ile nasıl tanıştığından. Bu konuda yetenekli olduğu hemen belli olmuştu, fark edilmişti ve masada yaptığı her şey ona koşulsuz sevgi ve takdir getirmişti. Bu hoşuna gitmişti onun. Ne para ne de ün peşindeydi. "Ne yaptığımı bilmiyordum, etrafımla ilgilenmiyordum, tek düşündüğüm ve bildiğim masayı daha iyi nasıl kontrol edebileceğim, nasıl daha iyi yönetebileceğimdi" diye anlatıyordu o günlerini. Tam olarak da akışta olma halini tarif ediyordu aslında. Yaptığı işi seviyordu, keyif alıyordu, daha da iyi yapmak için heyecan ve istek duyuyordu, kendi yolunu bulmuştu, kendini en iyi ifade etme tarzını. Bunu bu güne kadar ki başarılarından anlamıyordunuz üstelik. İlk ıstakasını nasıl tarif ettiğini, ilk şampiyonluğunu, oraya nasıl ve ne şekilde katıldığını anlatırken ki halini gören hemen herkes, kariyer hayatını hiç bilmese dahi, onun kendini mutlu eden bir yolda ilerlediğini kolaylıkla tahmin edebilirdi. Bu işin başında takdir ve sevgi görmesi onun hoşuna gitmişti; ancak, şimdi o, bu yolda yaşadığı her şeyle kendini takdir ediyor ve olduğu gibi kabul ediyordu. Çok rahatlıkla "Ben beceriksizliklerimin sonucuyum!" diyebiliyordu sahnede gülümseyerek ve samimiyetle. Bu; kendisine, verdiği emeğe ve işine olan sonsuz saygı ve sevgisinden geliyordu sadece. Bir de "rağmen" dedi Saygıner. Kendisi çok çalışmıştı, elinden geleni yapıyordu; ancak, bu, her zaman yeterli değildi, başarısına ya da yoluna beklenmeyen engeller çıkabiliyordu hem de destek gibi görünen yerlerden. İşte o, bunları bahane değil, sadece gerçek kabul etmişti ve bunlara rağmen başarmıştı. Gerçekten istemek, tüm olumsuzlukları aşabilecek çözüm bakış açıları getirebiliyordu. Hala öğrenmeye açtı ve açıktı, diğer yandan kendi bildiklerini de paylaşmaya hazır ve istekli. "Tüm öğrendiklerinin üzerine kendini koyabilen oyunu kazanır!" diyerek noktayı koydu ya da son vuruş mu diyelim? Kendi tarzını ortaya koymuş ve kabul ettirmiş biri için beklenen bir öneri aslında.
Peki, senin oyunun sana mı ait... Ya kuralları kim koyuyor... Kendine ve pek çok şeye rağmen hala devam ediyor musun... Hala istekli ve kararlı mısın?
Sevgimle,
05/06/2012